Ana Sayfa Arama Yazarlar
Üyelik
Üye Girişi
Yayın/Gazete
Yayınlar
Kategoriler
Servisler
Nöbetçi Eczaneler Sayfası Nöbetçi Eczaneler Hava Durumu Namaz Vakitleri
WhatsApp
Sosyal Medya
Uygulamamızı İndir

Gümüşhane Köy Çocukları Nasıl Eğlenirdi?

Gümüşhane’nin çetin kışlarında köy çocukları nasıl eğlenirdi? Karla kaplı damlarda

Gümüşhane’nin çetin kışlarında köy çocukları nasıl eğlenirdi? Karla kaplı damlarda oynanan oyunlar, tandır başı sohbetleri, düğün gelenekleri ve köy yaşamına dair sıcak, nostaljik bir anlatım.

Kışlar yoğun karlı olurdu, kar kalınlığı rekor seviyelere ulaşırdı. Toprak bacalı, taş duvarlı evlerin damından kar kürününce sokaklar bacalarla birleşirdi. Yoğun kar yağışları, kar kalınlığına rekor kırdırır, tabiatın beyaz örtüsü mayıs ayına kadar kalkmazdı. Kar damdan kürününce sokaklar tıkanır, evlere ve ahırlara girmek için kardan, buzdan zemine –adeta bodrum katına iner gibi– merdiven yapılırdı.

İşte çocuklar ya da gençler, bu haşin doğa şartlarında hayatın içinde olur, zor ve çileli hayat onlara farklı bir yaşam biçimi sunar, eğlence alışkanlıkları kazandırırdı. Orada, uzakta saklı köyün çocukları bu kış şartlarında nasıl eğlenirdi?

Toprak zeminli ev, ardından ahır, tekrar ambar, tekrar ev ve yine ahır derken adeta tünel gibi yapılar arasında yaşardık. Bizim çocuk parkımız; bu ev, nenemizin, dedemizin dizinin dibi, bu damlardı.

Kar yağınca damları kürür, yağmur yağınca damları “loğ”lardık. Karı damlardan kürerken, karşı bacalardan kar kürüyen gençlerle damdan dama, bacadan bacaya türkü atar, etrafı şenlendirir, şakalaşır, mahalleyi kahkahaya boğardık. Elimiz, ayağımız adeta buz keserdi ama keçi tiftiğinden başımıza koruyucu şapka takardık. Ayağımıza kara lastik içinde yün çorap giyerdik.

Yağmur şiddetli olunca damlardan su eve akar, evi adeta şelaleye çevirirdi. Bazen kuru gıdalara zarar verir, daha fazlası felakete dönüşürdü. İşte iyi loğlanan damlar, suyu daha az akıtırdı. Sonuçta damı su akıtmayan ev yok gibiydi.

Karın, yağmurun, ayazın insanları dondurduğu uzun kış gecelerinde ve karlı günlerde, alışılagelmiş işleri yaparken gençler ve çocuklar eğlenmenin bir yolunu mutlaka bulurdu. Bitişik evlerin ve ahırların damları bizim doğal oyun alanlarımız olur, ev sahipleri bize hiç itiraz etmezdi.

Erkeklerin büyüğü ağabeyimiz, kadınların büyüğü yengemiz, yaşlı erkekler dedemiz, yaşlı kadınlar nenemiz, çocuklar ise kardeşimizdi. Biz tüm köylü sanki bir akrabaydık. Adabı, edebi, ahlakı, töreyi, oturup kalkmayı, saygıyı, sevgiyi, hayatı bu sosyal otokontrol mektebinde öğrenmiştik.

Çiğnenen damlar, silindir gibi toprağı sıkıştırır, bizim loğlama işlemimizle aynı maksada hizmet ederdi. Zemini düzgün olan toprak bacalarda misket oynardık. Küçükbaş hayvanların ayak kemiği arasından çıkan aşıkla “aşık” oyunu oynardık. Aşıkların üst kısmını bitkisel boyalarla boyardık, sıraya dizer, uzak noktadan “saka aşıkla” çizgi halindeki aşıklara isabetli atış yaparak devirmeye çalışırdık. Evlerde hem aşık hem misketimiz olurdu. Ayrıca rengârenk fasulyelerle fasulye oyunu oynar, bozuk para ile yazı-tura yapar eğlenirdik. Tabii madeni bozuk paralar bu oyunlarda çok zarar görürdü.

Bacalarda “birdirbir”, “arelemen”, “uzun eşek”, “çelik çomak” oynardık. Elimiz ayağımız soğuktan buz gibi olur, akşamın kör karanlığına kadar damlardan inmezdik. Evlerden sık sık uyarılar alırdık ama son ana kadar oyun oynamaya direnir, eve zor giderdik.

Eve gidince yemek faslı başlar, ardından gündüz yemek pişirilen tandırın içine ayaklarımızı sokar, üzerimize çul çaput atar, kafamız üşüse de omuz aşağısı tandır sıcağına gömülerek yatardık. Bazen tandırda sabahlardık, bazen de sobalı oda varsa orada gecelerdik.

Akşam karanlığı basmadan ahırda hayvanlara yem vermek, altlarını temizlemek, sırtlarını kaşağılamak, mahalle çeşmesine götürüp su içirmek ve geri getirmek bizim işimizdi. Bu işleri yapmadan bize yemek ya da kahvaltı verilmezdi. Zor hayat içinde çocuk yaştan başlayan sorumluluk, omuzumuza ağır yük olarak binerdi. Zira çoğu kez babalar gurbette olur, biz dedelerimiz, annelerimiz ve kardeşlerimizle ev işlerine katkı sağlamak zorunda kalırdık.

Köylerin nüfusu fazlaydı. Yakacak sıkıntısı ve gübre ihtiyacı vardı ama genelde tercih yakacaktan yana olurdu. Bu yüzden büyükbaş hayvanların gübresi harmanda ya da geniş alanlarda biriktirilip yazın kasnakla tezek yapılır, sobada ya da tandırda yakılırdı. Bir yıl Cizre kömürü almıştık; çok tozluydu. Taş olanları yaktık ama toz kısmı kalmıştı. Annem o tozu “mayıs” denilen gübreye karıştırarak tezek yaptı. O taş kömürü tozlu tezekler öyle yanardı ki soba kıpkırmızı, nar gibi olurdu.

Köyde yaşamak, doğaya tutunmak ve ayakta kalmak için farklı düşünmeyi, emeği ve gayreti gerektirirdi. Aslında bölge insanı, ekmeğini taştan çıkaran, geçim mücadelesinin destanını yazan helal rızık savaşçılarıydı. Dağlardan, yaylalardan toplanan “yaban tezeği” (hayvanların doğaya bıraktığı ve kuruduğunda çok iyi yanan dışkı) kış için önemli bir yakacaktı. Çetin kış endişesi, bizi yazın daha çok gayrete sevk ederdi. Kaytarmak mümkün değildi. Bu uğraşların yoğun olduğu yıllar, köylerin henüz boşalmadığı yıllardı.

Kar yağışı çok olduğu için gençler, uygun çayır ve tarlaları çiğneyip sıkılaştırır, üzerinde futbol oynardı. Düğünler genelde kış aylarında olur, üç gün üç gece sürerdi. Kadınlar ayrı, erkekler ayrı eğlenirdi. Keyvenilerde bol bol yemek pişer, oynayan oynamayan herkes karınlarını doyururdu. Davul, zurna, kemençe, tulum; bazen hepsi, bazen ayrı ayrı kullanılan folklor aletleri olurdu. Her köyün kendine has folklor oyunu vardı. Davullar mahalle harmanlarında çalar, halk oynardı. Folklor oyunlarını gençler bu düğünlerde öğrenir, oyunlar nesilden nesile aktarılırdı. Düğün adetleri başlı başına ayrı bir yazı konusudur.

Köylerde elektriğin olmadığı yıllarda evde gaz lambası, lüks aydınlatma, şişeli gaz yakar; evleri aydınlatır, ihtiyaçlar görülür, oturulur, sohbet edilir, öğrenciler ders çalışırdı. Geceleri komşular oturmaya gelir, erkekler mahalle misafir odasında sohbet eder, yatsı vaktine kadar oturma sürerdi. Çocuklar için yaşlılar hikâyeler anlatır, gecenin zifiri karanlığında başka âlemlere dalardık. Biz şanslıydık; dedemiz İstiklal Harbi gazisiydi, bol bol savaş anılarını anlatır, bizler de savaşları yaşamış gibi olurduk. Bu anlatılar, bizlere müthiş bir millî bilinç kazandırırdı.

İlkokul çağlarında köye gelen öğretmenler, köylerin ülkeye ve dünyaya açılan iletişim köprüleri olmuşlardır. İdealist öğretmenler, hayatımızda iz bırakan, cesur, fedakâr, adanmış eğitim elçileri, kahraman rol modellerimizdi. Onlara çok şey borçluyuz. Adeta bu öğretmenler, köyden şehre göç öncesi köylüleri şehre hazırlayan, Türkçe eğitimi ve diğer alanlarda bir millet olma, birlikte yaşama kültürünü öğreten, eğitim neferleriydi. Bunun kıymetini şimdi çok daha iyi anlıyoruz.

Her köyün kendine has folklor, âdet, töre, müzik ve gelenekleri olmakla birlikte öğretmenler bunu koordine ve disipline eder, zenginlik katardı. Eğitim öğretim yanında müzik, sanat, edebiyat, şiir gibi alanlarda köye doğan bir güneş gibi öncü, önder, aile rolüne ilave olarak bir ağabey, bir abla gibi samimi, öğrenciye sahip çıkan rehberlerdi. Sanki aileden biri olurdu. Belli zamanlarda stajyer öğretmenler gelir, saz çalar, türkü söyler, çocukların sosyalleşmesini sağlardı. Onlar, kır çiçeklerini keşfeden, kabiliyetlileri ülkeye kazandıran fedakâr, cesur eğitim neferleriydi. Köyde kaldıkları sürece unutulmaz anılar bırakır, ayrılırken minik yüreklerde gözyaşı bırakırlardı.

Ortaöğretim dönemi başlayınca, Gümüşhane’nin merkeze uzak köylerinden gelen öğrenciler olarak şehirde ev tutar, birkaç öğrenci bir dairede kalırdık. Hafta sonları ve yazları herkes kendi köyüne dönerdi. Bu gidiş gelişler adeta bir sıla-gurbet tatbikatı gibiydi. Zira Gümüşhane, şehir dışına çok sayıda gurbetçi veren bir ildi. Tarım ve hayvancılıkta biraz avantajlı olanlar dahi sonunda göç etmek zorunda kalmıştı. Geride kalan viran olmuş haneler, bağlar, bostanlar, tarlalar; maziye dair nice hikâyelerin mekanı olmuştu.

Dağ taş, tarla dile gelse; ne acılar, sevinçler, aşklar, mahrumiyet ve çileler anlatırdı… Keşke geçmişte yaşanmışlıkları yazan biri olsaydı da bugün okuyabilseydik. Yaşananları ancak dilden dile aktarılan hikâyelerden öğreniyoruz. Zira bölgede bizden önceki kuşaklarda okuma yazma yok denecek kadar azdı.

Gençler, bu kadar zorluk içinde bile kendilerine mutlaka eğlenme fırsatı oluştururlardı. Tandırın içine ayaklarını sokup kafası ya da belden yukarısı soğuktan üşüyen beden hali, ruhumuza yansımıştı. Acılar, çile ve zorluklar içinde gülmek ve eğlenmek; doğanın bize kazandırdığı bir ruh halidir.

Dağları, tepeleri; gece demeden, gündüz demeden aşarak, at, eşek, katır sırtında ot, odun, tezek taşıyarak evlerinin ihtiyacını gidermeye katkı sağlayan gençler, hayatın yükünün altına erken yaşta omuz verirlerdi. Bazen nakliye vasıtamız olan hayvanlar uçuruma yuvarlanır, telef olur; hem büyük mağduriyet yaşanır hem de korku dolu anlar…

Aslında yaşananlar, gelecek için adeta bir hayat kampı gibiydi. Buralardan hayat yolculuğuna çıkardık bizler. Buradan, kalaycılıktan sanayiciliğe, Dölek güveç imalat ve satışından esnaflığa, inşaatçılıktan müteahhitliğe giden yolun yolcuları bu iklimde yetişirdi. Esnaf olmadan önce ahlak, âdap, edep sahibi olmak; işte bu doğal hayat mektebinden geçmekle mümkün olurdu.

Genç kızlar ve delikanlılar, fıtratın verdiği işlerde bir ev hanımı ve aile reisi hazırlığı yapardı. Aileyi oluşturan sosyal iklim, buralarda inşa edilirdi.

Birkaç kişi bir araya gelir, koç alır keser; erfene yapar, eğlenirdik. Bazen dört-beş tavuk, horoz evlerden getirilir, kesilir, mahallenin ekmek fırınında kızartılırdı. Mahallenin gençleri toplanır, afiyetle yerdik. Bazı aileler çok cömert olurdu, bazılarıysa yokluktan değil ama cimrilikten katkı yapmazdı. Ama biz herkese gönlümüzü, soframızı açar, cömertlik ve misafirperverlik dersi verirdik.

Bazı arkadaşlar saz çalar, birlikte türkü söyler; bazen de kaval, tulum çalınır, hep birlikte oynardık. Köye neşe gelirdi. Biz erkekler böyle eğlenirken, genç kızlar kendi aralarında eğlenirdi. Zira köylerde birlikte eğlenme normal karşılanmazdı. Genç kızlar nadiren ilkokul sonrası eğitime devam edebilirdi.

Uzun kış gecelerinde, karlı ve boranlı doğanın beyaza büründüğü saklı köylerde, kızlar çeyiz için dikiş, nakış, oya gibi el işleriyle yoğun biçimde meşgul olurlardı. Zaten 20 yaşını geçen kız nadirdi. Erkekler eğer eğitim almamışlarsa, askerlik sonrası evlenir, çoluk çocuğa karışır, aile düzeni kurardı. Yine aynı akıbet; evli erkek gurbette, evli gelin köyde köy işlerinin bir parçası olurdu.

Kışın uzun geceleri, insan zihnini eğlenceye, sohbete, muzipliğe yönlendirirdi. İnsanların kahkahalarla güldüğü, şen şakrak eğlenceler olurdu. Yine böyle bir şakayı sizlerle paylaşmak istiyorum:

Erzincan’da depremler olur, biz Gümüşhane’den hissederdik. Bir gün birkaç genç arkadaş, köyde “Ali kıran baş kesen”, “ben korkmam” diye atıp tutan birine korku testi yapalım dediler.

Tabii o zamanlar köyde kara lastik, kara lamba dönemi… Gaz lambaları birer birer sönüyor, herkes yatıyor. Zira ayakta olunca hem soba yanmalı hem gaz lambası yanmalı ama kaynaklar sınırlı. Bu yüzden soba ve lambalar erken söndürülüyor. Köy uykuda… Çakallar ötüyor, bozkurtlar uluyor… Ay ışığı var; kar olunca etraf neredeyse gündüz gibi aydınlık… Sessizce gençler, operasyon için düğmeye basıyor.

Hedefteki eve yöneliyorlar. Tahta bir seyyar merdivenle tek katlı evin çatı altına sessizce giriyorlar. Çatı direklerine yüklenip evi sallamaya başlıyorlar. Altta yatan “korkusuz” adam uyanıyor, eşi ve çocukları da… “Allah Allah, ne oluyor?” diye söyleniyorlar. Bir süre bekleyip tekrar yatıyorlar. “Hafif bir hareket oldu galiba…” diyerek tekrar uykuya geçiyorlar.

Bir süre sonra çatıda altı delikanlı, korkusuzun arkadaşları bu kez çatıyı son kuvvetle sallayınca ev karışıyor! Adam çocukları alıyor, kış günü buz gibi havada sokağa çıkıyor. Komşulara bağırıyor ama sanki sadece onların evinde deprem olmuş gibi… Diğer evlerde bir şey yok. “Nasıl olur, biz niye duymadık?” deniyor. Biraz oyalandıktan sonra tekrar eve giriyorlar. “Bu ne iş yahu?” diye söylenip yatıyorlar.

Ama artık işin şaka boyutu geçiliyor. Çünkü ev sahibi “korkusuz”un silahı var. Bir kazaya yol açmamak için gençler sessizce çatıyı terk edip dağılıyor. Artık latife kısmı başlamıştır…

Ertesi gün korkusuz, köy meydanına inip “Bu gece deprem oldu” diye anlatıyor. Korku iliklerine işlemiş. O samimiyetle “Deprem vardı!” dedikçe kahkahalar kopuyor. Korkusuz, kıpkırmızı oluyor. “Ne depremi, sen rüya gördün!” diyorlar. O da: “Yengem de yaşadı; o da rüya mı gördü?” diyor. Mahallede başka kimse depremi hissetmeyince kafası iyice karışıyor.

Aylar sonra, gruptan biri korkusuza gerçeği söylüyor:
— Sana şaka yaptık, ama bunu benden duyduğunu söyleme…

Artık korkusuz rövanş peşine düşer. Planını yapar. O gece çatıya çıkan gençlerden birinin evine köydeki tüm gençleri davet ettirir. Çay, yemek, sohbet derken; dışarıda kimsenin anlamayacağı şekilde, gelen herkesin ayakkabısı, montu, paltosu bir çuvala doldurulur ve saklanır.

Ev köyün dışında ve kış çok soğuk… Artık giyecek tek bir ayakkabı kalmamıştır. Korkusuz da içeride olduğundan, kimse bir şeyden şüphelenmez. Sohbet biter, herkes evine gitmek üzere kalkar… Ama bir bakarlar ki hiçbirinin ayakkabısı yok! Herkes yalınayak!

Korkusuz’un keyfine diyecek yoktur. Gülme sırası ondadır. Rövanşı gençlerden almıştır. Sonra kendi ayakkabılarını giyer, sevinçle evine döner.
— “İntikamımı aldım!” der, gülüşürler.